top of page
Yazarın fotoğrafıYUNUS KEMAL AYDOĞAN

RAKKASE…

Beyoğlu’nun kıvrım kıvrım labirent gibi sokaklarında ilerledikçe yüreğim ağzıma geliyor, nabzım hızlanıyordu. Hava güzeldi. Bahar erken gelmişti besbelli. Gökyüzü bulutsuzdu ancak yıldızları görmek pek mümkün değildi. Gökyüzüne kızıl hafakanlar, yüreğime mayhoş heyecanlar hakimdi. Bir kenarda soluklanıp alnımdan süzülen terleri elimin tersiyle siliverdim. Taş sokakları hızla adımlarken zihnimde bellediğim tarifi kim bilir kaçıncıya tekrar ediyordum. Saptım, sapıttım. Beyoğlu’nun hayaletli kaldırımlarından yürüyüp ansızın beliren köşe başlarından döndüm. Nihayet bana tarif edilen kapıyı bulduğumda doğru yere geldiğimi duvardaki nebati motif işlemesinden anladım.

Gösterişsiz, gayet sade ve eski bir kapıydı bu önünde durduğum. Zannettiğimin aksine ziyaretçileri karşılayacak kimseye rastlamamıştım. İttirince sessiz sedasız açıldı kapı ardına kadar. Usulca süzüldüm açılan kapıdan içeriye. Beklediğimden çok daha kolay olmuştu. Şimdi karanlık denebilecek bir hole girmiştim. İki küçük gaz lambasının loş ışığıyla aydınlanan koyu kırmızı duvarlarla çevriliydi burası. Bir küçük aynalı masa duruyordu tam karşımda. Neden bilmem, içime tuhaf bir his geldi. Bakamadım aynadaki yüzüme. Oyalanmadan derinlerde bir yerlerden gelen müziği takip ederek sağdaki koridora yöneldim. Taş duvarlarla çevrili, zemini halı döşeli bu daracık koridoru koşar adım bitirdiğimde gençten bir oğlan çıktı karşıma. Taralı saçları, elinde beyaz havlusu ve elbiseleriyle tam bir uşak kılığındaydı.

“Hoş geldiniz efendim,” dedi çarpık tebessümüyle. Nafiz gözlerinin ardında sinsi istihzalar vardı sanki. Yapmacık nezaketi üzerine oldukça iğreti duruyordu:

“Tam zamanında teşrif buyurdunuz. Temaşa başlamak üzere. Buyurun, misafirlerimiz çoktan yerlerini aldılar bile…”

Yüreğimdeki şehvani heyecan daha da büyüdü. Demek temaşa başlamak üzere… Oğlanı yanıtlamadım. O da pek yanıt beklemeden içeri kısımlara yöneldi. Takip ettim. Nihayetinde geniş bir salona varmıştık. Yekpare Farisi halı kaplı oda, fırdolayı eski usul sedirlerle çevriliydi. Genç uşağın refakatiyle bir köşeye iliştim. Kuş tüyü yastıklar arasına gömülmüştü şimdi bedenim. Sağımda solumda hiç tanımadığım, hatta zannımca farklı memleketlerden gelme adamlar sıralanmış oturuyorlardı benim gibi. Her birimizin önüne sedef kakma sehpalar gelmişti. Gümüş taslarda envaiçeşit meyveler ve türlü mezeler baktıkça insanın midesini gıdıklıyordu. Benim aksime adamların birçoğu birbirlerini tanıyor gibiydi. Dev şamdanların ışıtabildiği, alev ziyalarının gazyağı fenerlerinin isli camlarından sızabildiği kadarıyla bir kısmını seçebiliyordum. Önlerine sunulmuş türlü ikramlardan atıştırarak birbirleriyle sohbet edenler vardı. Bazısı da tıpkı benim gibi heyecan ve helecan içinde bekliyordu. Demek ki bu adamların hepsi de buranın sırlı şöhretini işitmiş, diye düşündüm.

Sazendeler susmuştu. Yalnızca odanın ortasındaki havuzun şırıltısı duyuluyordu şimdi.

Minik fıskiyeden sular aktıkça havuzun üstü dalgalanıyor, kandil vitraylarından süzülen rengarenk ışıklar suyun üzerinde akisleniyordu. Büyülü bir temaşaydı bu. Aklımı veremiyordum ama bir türlü. İlle de o, ille de o… Merakla beliyordum rakkaseyi. Onun için gelmemiş miydik hepimiz? Şöhreti kulaktan kulağa fısıltılarla yayılmıştı. Çoğu kişi inanmıyordu, kimisi ürküyordu. Bense merak ve arzuma yenik düşüp işte kurulmuştum bu sedire. Su şırıltısı, titrek mum alevleri, rengarenk fenerler, büyülü akisler…

Bir grup oğlan akın etti bir anda içeriye. Dalmışım, nasıl geldiklerini fark etmedim. Hepsi de güzel parlak gençlerdi. Kimisi tepsileri tutuyor, kimisi servis ediyordu. Nihayet bir tanesi de benim önüme geldi. Kapıda beni karşılayan gence benzer istihza yüklü parıltılar dolanıyordu bakışlarında:

“Afiyet olsun efendim,” diyerek billur bir kadehte sundu şerbet benzeri mayii. Bir baş hareketiyle teşekkür edip koyu renkli mayiden bir yudum aldım. İlginç bir tadı vardı. Hafif kekre bir lezzet… Üzüm var, belki biraz da kayısı. Bir yudum daha. Hmm… Şarap desem değil. Yalnızca şerbet mi? Meyve suları ne zamandır bu kadar lezzetli? Bir yudum daha… Buz gibi. Oh… Nasıl da cilveleşiyor renkler billur kadehin bedeninde… Şırıl şırıl sular, buz gibi mayi… Sarhoş mu oluyorum? Yok yahu, işte buradayım. Hoşuma gitti yalnızca…. O ne? Sazendeler icraya mı başladı? Tefler vuruluyor. Musiki artıyor… Perdeler açıldı. İşte geliyor!

Sazendelerin büyülü ezgileri kulağımızı okşarken bir nazende çıktı meydana… Aman ya Rab! Bembeyaz bir peri… Sanatını icraya başladı rakkase. Çıplak ayakları üzerinde yürümüyor, adeta süzülüyordu. Sırma işlemeli kırmızı kostümü bedenine oturmuş, aynı renkte tül pelerini ise üzerini örtüyordu. Yine kırmızı bir peçesi vardı. Gözleri? Simsiyah… Simsiyah, simsiyah… İçimde bir şeyler kaybolmak istedi o gözlerde. An durdu, zaman dondu. Fıskiyeli havuzda artık sular dalgalanmıyordu. Mumlar titremiyordu. Nabzım bile durmuştu sanki. Her şey durmuştu, rakkase hariç… Kızıl pelerinini savurdukça bembeyaz bedeni gözüme değiyordu. Sudan daha duruydu güzelliği. Yılankavi motiflerle bükülen bedeninin her bir kıvrımında ışıklar dans ediyor, rengarenk huzmeler onun kızıl beyaz silüetinde vücut buluyordu. Bembeyaz topuğu yere vurdukça sıçrıyor, odanın bir ucundan öbür ucuna sekiyordu. Nazenin bilekleri üzerinde döndükçe pelerini savruluyor, zifir siyah saçları uçuşuyordu. Ilık bir hazan esintisine tutulmuş yapraklar gibi kıvranıyordu bedeni. İncecik parmaklarından bileklerine, bileklerinden omuzlarına kadar yürüyen latif bir cereyan vardı sanki. Sanki bir güç, ilahi, semavi bir güç yönlendiriyordu onu. Rakkase, raks ediyordu… Sanatını sanki eski Yunan’ın tanrılar katında icra ediyordu…

Başım dönüyor şimdi. İçtiğim mayiden mi? Hayır, bilmiyorum. Belki de… Billur kadehte servis edilen şu içkiye de lanet ediyorum şimdi. Beğenmiştim güya… Ah, şu perinin titrek göğsünden süzülen bir damla ter kadar kıymeti yok şimdi gözümde… Rakkase…

Müzik… Raks… Rakkase…

Gözüm kararıyor. Etrafımda bir şeyler vardı. Nerede onlar? Neydi onlar… Unuttum. Kimin umurunda? Peri kızı bana mı yaklaşıyor? Bayılıyorum… Kokusu… Ah kokusu… Pelerini yavaşça düşüyor bedeninden… Bembeyaz… Ah, bembeyaz…

İnce uzun parmakları değiyor tenime. İnanamıyorum… Yüzümde gezdiriyor parmaklarını. Gözleri, ah o simsiyah gözleri… İçimde bir şeyleri yakıyor bakışları. Yüreğim… Hopluyor, delicesine çarpıyor şimdi. Rakkase kızıl peçesini çözüyor. Dizlerinin üzerinde sedire çıkıp kucağıma oturuyor. Çıldıracağım. Küçücük burnu, kırmızı dudakları… O güzel incecik parmakları saçlarımın arasında geziniyor şimdi. Seviyor, okşuyor… Gözlerimin ta içine bakıyor. Hiçbir şey söylemiyor bana. Bense konuşmak istiyorum. Mecalim yok… Haykırmak istiyorum. Söyleyecek sözüm de yok…

Eğiliyor üzerime. Eğiliyor, simsiyah saçları yüzümü gıdıklıyor. Eğiliyor, o kadife gibi kırmızı dudaklar benimkilere değiyor… İşte lezzet... En âlâ şekerden daha tatlı işte bu. Ansızın bir şeyler yapabilecek kudret peydahlanıyor damarlarımda. Nihayet. Durmuyorum artık. Her şey duruyor, her şey donuk.

Bir ben hariç, bir de rakkase…

Öpüyor, öpüyorum. Lezzeti damağıma, kokusu dimağıma işliyor.

Bayılıyorum…

Kollarımın arasında bir peri kızı, adeta kanatlanıyorum…

Ahenk… İlahi, semavi bir ahenk…

En kuytu ormanların duru güzelliği,

Cıvıl cıvıl akarsuların perileri,

Tüm bunların timsali,


Rakkase…

31 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Sonbahar Üzerine

Zamanı geldi, Ankara her geçen gün aydınlık günlerini kaybediyor. İnsanın içini daraltan gri bulutların seferberliği başladı gökyüzünde....

DİŞ KİRASI

En kötüsü de ne biliyor musun: Daldaki meyvenin, bağdaki sebzenin tadı kalmadı sen gidince. Ne üzüm asmasındaki koruktan zevk alıyorum ki...

Comments

Rated 0 out of 5 stars.
No ratings yet

Add a rating
Yazı: Blog2_Post
bottom of page